Çankaya Köşkü, Sayın Abdullah Gül ile birlikte alışık olunmayan yeniliklerle, kamuoyunun şaşkınlıkla izlediği ilklerle tanıştı. Sayın Gül’ün, iş başına geldikten sonra ortaya koyduğu bir takım açılımları da toplumumuzun geniş kesimleri tarafından takdirle karşılandı. Özellikle, vatandaşa dönük olarak, devletin gülen yüzünün yansıtıldığı mizansenler olumlu değişimler olarak kabullenildi. Çünkü, uzun yıllar boyunca “Devlet karizması” adına “Büyüklerin” sert ve asık yüzleri, gülmeyen gözleri ve mesafeli duruşları vatandaşla devlet arasına kalın çizgiler çiziyordu. Bu durum ise devlet vatandaş ilişkisinde sempatiye yer bırakmıyordu. İşte bundan dolayı Gül’ün hızlı değişimleri sempatiyle karşılandı.
Fakat Sayın Cumhurbaşkanımızın son zamanlardaki bazı değişimleri “Yok artık!” dedirtecesine…
Şöyle ki;4 Aralık 2008 Tarihinde Sayın Cumhurbaşkanının himayelerinde bir tören düzenleniyor. Törenin mahiyeti ise 2008 Yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nin sahiplerine verilmesi. Edebiyat dalında da ödüle layık olan kişi Yaşar Kemal.
Çankaya Köşkü’nde düzenlenen törene, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül olmak üzere; Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile sanat ve siyaset dünyasından kalabalık bir davetli topluluğu katılıyor.
Sayın Gül’ün ödül kazananlara yönelik yaptığı methiye dolu hitabınsan sonra, sıra ödül sahiplerinin konuşmalarına geliyor. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak, Yaşar Kemal konuşmasının bir bölümünde öyle ifadeler dile getiriyor ki; bunlar -Sayın Cumhurbaşkanı ve hazirundaki devletlüler rahatsız olmuş mudur bilinmez ama- konuyu basından takip eden duyarlı vatandaşlarımızı oldukça rencide etti.
Peki bir bakalım, ne demiş büyük edebiyatçımız Yaşar Kemal; “…Anadolu’da yaşayan her halk kendi ana dilini kullanacak. Kendi ana dilinde eğitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çok kültürlü toprak olduğumuzun farkına varacağız, çıkarımızın yasakta değil, özgürlükte olduğunu bilincine varacağız.”
Kimi okurlarımızın aklına gelebilir ve “Canım Cumhurbaşkanı nereden bilsin Yaşar Kemal’in böyle konuşacağını. Kendisi ali cenaplık göstererek, dünyaya malolmuş bir yazarımıza ödül vermek istemiş. Kendisinin bu sonuçta bir kabahati görülmemelidir” kabilinden düşünebilirler. Fakat bu şekilde düşünen arkadaşlarımızın dikkatini çekmek isteriz ki, Yaşar Kemal bu düşüncelerini ilk defa seslendiriyor değil. Kendisinin söylemleri ve iddialarıyla yıllardır kimlerin propagandalarına çanak tuttuğu, özellikle bölücü örgütün savlarına paralel dillendirmelerini ve hatta benzer faaliyetlerini uluslararası düzlemlerde heyecanla yürüttüğünü kamuoyu unutmuş değildir. Tüm bu çalışmalarına rağmen elde edemediği Nobel ödülünü de Orhan Pamuk’a kaptırdığını hatırlıyoruz. Dolayısıyla bu sürecin bilgisine vakıf olanların da tedbirli davranmalarını ve Devletin Zirvesi’nde “Devletin Hassasiyetleri”ni korumalarını beklemek Türk vatandaşlarının en doğal hakkıdır diye düşünüyoruz.
Anayasamızın 42. Maddesi, “…Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” ifadesiyle kesin bir hüküm ortaya koymuştur. Yine Anayasamızın 104. Maddesi de Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini belirlemektedir. Bu maddede de “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” Denmektedir.
Yani Sayın Cumhurbaşkanının gözünün içine baka baka, Anayasayı ihlal ederek, Anadolu’da yaşayan herkesin kendi ana dilinde eğitim göreceğini söyleyen Yaşar Kemal’den rahatsız olmak, Sayın Gül’ün anayasal sorumluluğudur. Çünkü, Sayın Abdullah Gül’ün görevi Anayasanın uygulanmasını gözetmektir.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı Gül, 28 Ağustos 2007 tarihinde TBMM kürsüsünde Anayasaya bağlı kalacağına yemin etmiş ve Anayasanın 103. Maddesinde yer alan aşağıdaki andı Türk Milleti’nin huzurunda haykırmıştır:
“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”
Bu açıdan baktığımızda 4 Aralık 2008 tarihinde bir kez daha Köşkte bir ilk yaşanmıştır. Anayasanın amir hükümlerinin ifade ettiği temel kabuller, bir büyük(!) yazar tarafından iğfal edilmiş; fakat kişi, başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere hazirunda bulunan tüm devlet erkanı tarafından heyecan ve tebessümle alkışlanmıştır.
İşte değişimin geldiği nokta!