Gelişmiş ve çağdaş ülkelerde toplumların en sorunsuz kesimleri arasında olan ve tüm mesaisini bilimsel ve teknolojik araştırma geliştirme çalışmalarına ayıran Üniversiteler, maalesef bizde çalışanlarının çözülmeyen sorunları ile üniversitelerimizin idari, yapısal, ve mali sorunlarıyla boğuşmaktadırlar.
Sadece ileri ve gelişmiş ülkeler değil yüksek öğretimin önemini kavramış, ülkelerin gelişmesinin lokomotifi olduğunu idrak etmiş az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bile üniversitelere özel bir önem verildiği için, üniversitelerin ve üniversite çalışanlarının durumları şüphesiz ki bizim üniversitelerimizden daha iyidir.
Hal böyle iken, sorunlarla boğuşan üniversitelerimizi , gelişmiş ülkelerin sorunları çözülmüş üniversiteleri ile mukayese ederek,-son zamanlarda olduğu gibi- üniversitelerimizde bilim üretilmediğini söyleyerek aşağılamak en basit tabirle haksızlıktır. Ayaklarına taş bağladığınız bir koşucu ile diğer koşucuları yarıştırmak ve ayaklarına taş bağlı koşucuyu başarılı olamadığı için suçlamak gibi bir benzetme üniversitelerimizin bu günkü durumunu sanırım doğru örneklemektedir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen ,ayaklarındaki prangalara rağmen 17.08.2012 tarihli URAP (University Ranking by Academic Performance) raporunda yayınlanan SCİMAGO sıralama listesinde üretilen toplam bilimsel yayın sayısına göre beş üniversitemizin ilk beş yüz içinde yer alması azımsanmayacak bir başarıdır. Bu durum aynı zamanda üniversitelerimizde sorunlar çözülüp ,bilimsel özgürlükler geliştirildiğinde kim bilir daha ne büyük başarılara imza atabileceğinin de bir göstergesi olması cihetiyle son derece önemlidir.
Üniversitelerimiz, bulundurmaları gereken , eşitlik, ayrımcılık yasağı, akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık, işbirliği, bilimsel rekabet ve kalite ilkelerinden maalesef son derece uzak bir görüntü sergilemektedirler.
Üniversitelerimizin belki de en önemli yapısal sorunu demokratik bir idari organizasyondan uzak olmalarıdır. Halbuki üniversitelerimiz demokrasinin en güzel örneklerinin hayata geçirildiği ve bu yönüyle de topluma emsal oluşturan kurumlar olmalıdır. Ama böyle midir? Ne yazık ki Hayır. Bakın üniversitelerimizdeki rektör seçimlerine. Kim bu seçimlerin demokratik ve katılımcı bir usulle yapıldığını söyleyebilir. Sadece bir kısım akademik personelin oy kullanabildiği, bunların dışındaki öğretim elemanlarının ve idari personelin tamamen süreç dışında tutulduğu bir seçim süreci, en çok oyu alan altı adayın YÖK’e teklif edildiği, bunların içerisinden herhangi üç adayın Cumhurbaşkanına teklif edildiği ve Cumhurbaşkanının da bu üç kişiden herhangi birini atayabildiği bir sistemin demokratik olduğunu kim söyleyebilir. Yani bir kısım öğretim elemanının ve idari personelin hiç bulunmadığı bir seçimde oy sıralamasında ilk altıya ancak girebilmiş bir aday rektör yapılabilmektedir.
Böylesine antidemokratik usullerle seçilmiş ve atanmış rektörlerimizde doğrudan bu süreçle ilintili atama ve görevlendirmelerle bu demokratik olmayan ortamı tamamen tek sesli hale getirebilmektedirler. Kendilerine rektörlük seçimlerinde destek olanları idari görevlere getirirken, bu seçimlerde kendisine muhalif olmuş olmuş kişileri idari mekanizmalardan tamamen dışlayıcı politikalar uygulayabilmektedirler.
Antidemokratik olduğu su götürmez olan bir süreç sonunda seçilen rektörlerimiz, özellikle 6.11.1981 tarih ve 17506 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun verdiği aşırı yetkilerini kullanmak suretiyle pek çok haksızlığa ve keyfiliğe yol açabilmektedir. Özellikle 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun Rektörlerle ilgili 13.maddesinin ,Görev, yetki ve sorumlulukları başlıklı (b) fıkrasının (4) bendi gereği yapılan uygulamalar keyfiliğin zaman zaman zulüm boyutlarına ulaşmasına neden olmaktadır. 13/b-4 aynen şöyledir; “Gerekli gördüğü hallerde üniversiteyi oluşturan kuruluş ve birimlerde görevli öğretim elemanlarının ve diğer personelin görev yerlerini değiştirmek veya bunlara yeni görevler vermek”
Rektörlerimiz, yüksek öğretim kurumlarımızın en üst yöneticileridir. Elbette bazı yetkilere sahip olmalıdırlar. Ama padişah yetkileri gibi yetkilerin herhangi bir kritere bağlanmadan hiç kimseye verilmemesi de hukuk devleti olmanın ve demokratik devlet olmanın bir gereğidir. Nitekim 13/b-4 ‘e göre yapılan görevlendirmelerle ilgili olarak Danıştay 8.Dairesi vermiş olduğu 26.01.2004 tarih ve 2004/352 sayılı kararında “2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının 13/b-4 maddesiyle Rektöre tanınan yetkinin; öğretim elemanlarının veya diğer personelin zorunlu ihtiyaç hallerinde ve belli sürelerle geçici olarak görevlendirilmelerini içeren yetki olarak düzenlendiği bir nakil maddesi olarak kullanılamayacağı açıktır. Bu durumda, davacının görevlendirildiği birimde hizmetine duyulan ihtiyacın somut ve nesnel gerekçeleri ortaya konulmaksızın ve belli bir süre belirtilmeksizin tesis edilen dava konusu görevlendirme işleminde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.” Diyerek yapılan görevlendirmeyi iptal etmiş ve maddeyi somut ve nesnel gerekçeler olmadan kullanmanın hukuki olmadığına karar vermiştir. Yasa koyucu bu yüksek yargı kararını dikkate alarak 2547 sayılı kanunda gerekli değişiklikleri bir an önce yapmalıdır. Yasal düzenleme yapılıncaya kadar rektörlerimiz de Yüksek yargının iptal gerekçesinde ifade ettiği “somut ve nesnel gerekçeler” olmadıkça bu yetkiyi kullanmamalı, keyfilikten uzak durmalıdırlar.
Üniversitelerimiz şeffaf ve katılımcı olmalı ve bu konuda özellikle üniversite disiplin kurullarında üyelerinin durumlarının görüşüldüğü toplantılara mutlaka sendika temsilcileri de çağırılmalıdır. Bu konuda bir çok üniversitemiz hala direnç göstermektedir. Bu direnci anlayabilmek ve makul bulmak mümkün değildir.
Üniversitelerimizde özellikle görevde yükselme sınavlarının yapılması noktasında da bir karmaşa vardır. Pek çok üniversitemiz belli bir periyoda bağlayarak bu sınavları yapmak yerine görevde yükselme sınavına tabi kadroları keyfi yandaş görevlendirmeleri yoluyla doldurmayı ve bunlar rahatsız olmasınlar diye de görevde yükselme sınavları konusunda ayak sürümeyi tercih etmektedir. Bu tutumda iyi niyet aramak mümkün değildir.
Bilindiği gibi pek çok üniversitemiz normal öğretim programlarının dışında ikinci öğretim programı da uygulamaktadır. Bu programlar normal mesai saatlerinin dışında olduğu için bu ikinci öğretim programında görevlendirilen idari personele mesai ücreti adı altında ödeme yapılmaktaydı. Ancak 666 sayılı Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname ile bu ödemeler kesilmiştir. Ancak daha sonra Anayasa Mahkemesi 2011/139 E., 2012/205 K. Sayılı ve 27.12.2012 tarihli kararı ile söz konusu düzenlemeyi iptal etmiş ,oluşan yasal boşluk ancak 30 Kasım 2013 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kararname ile doldurulmuş aradan geçen zamanda çalışanlar mağdur edilmiştir. Kararname ile getirilen " Yükseköğretim kurumlarının ikinci öğretim yapan birimlerinde görevli öğretim elemanları ile idari personele yasal çalışma saati bitiminden sonra ikinci öğretime yönelik fiilen yaptıkları fazla çalışma süreleri için ayda elli saati geçmemek üzere yılı merkezi yönetim bütçe kanununda belirlenen saat başı fazla çalışma ücretinin üç katı tutarında fazla çalışma ücreti ödenir. Kadroları ikinci öğretim yapılan birimlerde olmakla birlikte fiilen ikinci öğretimde görev almayanlara fazla çalışma ücreti ödenmez. Kadroları diğer birimlerde bulunanlardan ikinci öğretim yapılan birimlerde usulüne uygun olarak görevlendirilenlere de aynı şekilde fazla çalışma ücreti ödenebilir. Fazla çalışma ücreti ödenebilecek personel sayısı; ikinci öğretim yapılan birimlerin kadrolarında bulunanlar için birim kadrolarında bulunan idari personel sayısının % 30’unu, diğer birimlerden görevlendirilenler için ise üniversite kadrolarında bulunan idari personel sayısının % 10’unu geçemez. Her ne suretle olursa olsun, ilgili mevzuatına göre normal mesai saatleri dışında fazla çalışmaları karşılığında ücret alanlara, aynı çalışmalar için bu madde hükümlerine göre ayrıca ödeme yapılmaz.
Bir eğitim-öğretim döneminde öğretim elemanlarına 1 inci madde uyarınca ödenecek ek ders ve sınav ücretleri ile personele bu madde uyarınca ödenecek fazla çalışma ücretlerinin toplamı, ilgili eğitim-öğretim döneminde tahsil edilen ikinci öğretim ücretlerinden öğrencilerin başta beslenme olmak üzere barınma, sağlık, spor, kültür ve diğer sosyal hizmetlerinde kullanılmak üzere ayrılacak paydan sonra kalan tutarın % 70’ini hiçbir şekilde aşamaz." Şeklindeki düzenleme problemi çözmüş gibi görünse de madde metninde bulunan çeşitli sınırlamalar sıkıntı yaratmaya devam edecek gibi gözükmektedir
Sadece idari personelin değil üniversitelerimiz bünyesinde görev yapan akademik personelin de çözüm bekleyen pek çok sorunu vardır.
Türk Eğitim Sen’in verdiği yoğun hukuk mücadelesi neticesinde yardımcı doçentlerin 1. dereceye inememe sorunu kanunla çözülmüş ancak bazı üniversiteler bunu çözüme kavuşturma noktasında hala direnmekte ve kanunu uygulamamakta, böylece yardımcı doçentleri mağdur etmektedirler
Doçentlik sınavını başarmış ve doçent unvanını almış olmasına rağmen Üniversiteler bu akademisyenlere doçent kadrosu vermemekte ve ayrıca farklı kriterler istemektedir. Bu noktadaki keyfiliğe son verilmeli ve YÖK’ten doçentliğini alanların hiçbir ilan veya kritere maruz kalmadan üniversitelerde akademik yükseltilmeleri tamamlanarak doçent olarak atanmaları sağlanmalıdır.
Üniversitelerde doktorasını bitirmiş olan akademik personel, (uzman, okutman, öğretim görevlisi, çevirmen, araştırmacı ve 33. madde Araştırma görevlisi olarak çalışanlar) Bütün kamu kurumlarındaki kariyer mesleklerinde olduğu gibi tezlerini verip akademik çalışmasının ilgili alanını tamamladıkları zaman akademik yükseltilmeleri yapılmalı ve ilan beklemeden doğrudan Yrd. Doç. Kadrosuna atanmaları sağlanmalıdır.
Diğer kamu kurumlarının kariyer mesleklerinde yabancı dil kursuna giden memurlara kurs ücretleri karşılığında ödeme yapılırken, dil öğrenmeleri akademik hayatları bakımından gerekli olan akademisyenlere böyle bir katkı yapılmamaktadır. Bu konuda akademisyenlerimizin yaşadıkları mağduriyet bir an önce giderilmelidir.
Türk Dili, İnkılâp Tarihi , Yabancı Dil, Bilgisayar gibi YÖK derslerinin açık öğretim yöntemi ile verilmesi neticesinde, bu alanlarda görev yapan pek çok akademisyen ciddi olarak zor duruma düşmüştür. Üniversitelerde okutulacak ders kalmadığını ifade edilerek sözleşmeleri feshedilmektedir. Bu durum kabul edilemez. Söz konusu dersler yeniden yüz yüze eğitim kapsamına alınmalıdır.
Akademisyenlerin mezun etmiş olduğu öğrencilerden daha düşük maaş alması akademisyen bulmakta zorluk çıkmasına neden olmaktadır. Bunun düzeltilmesi için araştırma görevlisi, okutman, uzman, öğretim görevlisi, gibi unvanlardan başlayarak tüm akademisyenlere ücret artışı yapılmalı ve kadro garantisi getirilmelidir.
M.Yaşar ŞAHİNDOĞAN
Twitter:@mysdgn