“Yan gelip yatıyorsunuz”
“Memur maaşları yüksek”
“Memur sayısı çok”
“Kar edeni de, zarar edeni de satacağız”
“Ne banka bırakacağız, ne fabrika, ne liman, ne de işletme. Hepsini satacağız.”
“Babalar gibi satarız”
“Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı Ruslara satar mısınız diyorlar. Satarım arkadaş”
“20 bin dolar veren herkese, Telekom’a ait bilgileri veririz.”
“Türkiye’yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Her şeyi pazarlar satarız, parayı veren düdüğü çalar. ”
“Stratejik yer imiş. Ne stratejisi, önemli olan müşteri bulmak. Müşteri gece gelsin, pijama ile çıkarım karşılarına. Seviyorum bu işleri arkadaş”
Bu sözler; Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Maliye eski bakanı Unakıtan, Ulaştırma eski Bakanı Binali Yıldırım ve AKP’nin Bakanlar Kurulu üyelerine ait sözlerdir.
Peki, bu sözlerden sonra ne olmuştur?
Atatürk döneminden itibaren adeta tırnaklarla kazılarak kurulan ve kar edilen kamu kuruluşları satılmıştır.
Tedaş,
Tüpraş,
Seka,
Sümer Holding,
Tekel,
İskenderun Demir Çelik,
Limanlar,
Divriği Demir Madeni,
Kangal termik santral,
Sivas Demir Çelik,
Türk Telekom,
Petkim,
Seydişehir Eti Aliminyum,
POAŞ,
Bankalar,
İzocam,
Şeker fabrikaları,
Borçelik ve daha nice tesisler, fabrikalar satılmıştır.
Kime? Bir çoğu yabancılara. Hem de, “Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı Ruslara satar mısın diyorlar. Satarım arkadaş” diyerek satılmıştır. Bunu söyleyenlere ben de Fatih Sultan Mehmet’in “Fethettiğim yerleri ecnebilere (yabancılara) satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar” sözünü hatırlatmak isterim.
Yine, ülke içinde taşeron şirketlere devredilen işletmelerin de ne kadar sıkıntılı olduğunu Türkiye çok acı bir tecrübeyle öğrenmiştir. Soma faciası sonrası 301 eve ateş bu sebeple düşmüştür.
Başbakan, 17 Aralık olayları sonrasında, Pakistan’dan dönerken polislerin görevden alınmasına ilişkin sorular üzerine;
“Mevcut 657 sayılı Kanunun ile bunu yapamazsınız. Bir anonim şirkette güveni istismar edeni; İHBARINI, KIDEMİNİ verip kapının önüne koyarsın. Ama 657 sayılı kanun da olmuyor, kanun engelliyor. YAŞANAN GELİŞMELER BİZE UFUK AÇIYOR. ANAYASAL ve YASAL DEĞİŞİKLİKLER GEREKİYOR.” Şeklinde beyanda bulunmuştur.
İş güvencesine sahip olmayan işçiler, işyerleri özelleştirildikten sonra Başbakan’ın tabiri ile “Kapının önüne konulmuştur.” Emekliliği gelenler emekli olmuş, çoğu ise 4-C’li olarak kamu da çok düşük ücretle ve bir çok sosyal haktan mahrum olarak çalışmaya başlamıştır. Bu çalışanların bir çoğu bunalıma girmiş ve yirminin üzerinde insan intihar ederek hayatına son vermiştir.
Başbakan’ın “Yaşanan gelişmeler bize ufuk açıyor, Anayasal ve yasal değişiklikler gerekiyor” açıklaması yeni bir açıklama değildir.
657 Sayılı DMK’nın değiştirilmesi konusu 11 yıldır konuşulmaktadır. Gerekçe olarak; 1965 yılı anlayışı ile Kamu Yönetimini sürdürmenin artık mümkün olmadığı, 657 sayılı Kanunun köhne bir kanun olduğu söylenmektedir. Esas amaç ise; iş garantisinin kaldırılarak sözleşmeli köleliğin hayata geçirilmesi, güvensiz ve güvencesiz bir iş hayatı meydana getirmektir. Amaç, kamu hizmeti yerine; kar-zarar, müşteri-satıcı gibi sermaye piyasası kavramlarını kamu alanında da yerleştirmektir. Bu suretle de, “sınırsız bir takdir yetkisi” hedeflenmektedir. “Devletin memuru” yerine “hükümetin memuru” anlayışı yerleştirilmek istenmektedir.
Nitekim, hedeflenenlerin bir çoğu hayata geçirilmeye başlanmıştır. Kamuda devlet memurunun yapması gereken bazı işler taşeron firma elemanlarına devredilmektedir.
Hal böyle iken Sayın Başbakan içi-dışı sararmış olan bir sendika olan Memur-Sen’e bağlı Sağlık-Sen’in toplantısına katılarak şunları söylemiştir: “Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde işçi memur ayırımı yoktur, çalışanlar vardır. Bizim bunu kaldırmamız gerekir.” Bu noktada, “Trajikomik” olan ama ne yazık ki şaşırtıcı olmayan durum ise; Başbakanın bu sözleri üzerine toplantıdaki malum sendika başkanlarının ve katılımcıların Başbakanı ayakta alkışlamasıdır. Başbakan, “Anayasa’nın 128. Maddesini değiştireceğini, iş güvencesini memurun elinden alacağını ve bir anlamda memurları çağdaş köleler haline getireceğini” açıklarken; Sarı Sendika vazifesini yaparak alkış tutmuştur. Bu söylenenlere nasıl “Evet” denilebilir; gerçekten anlamış değilim! Bu insanlar hipnotize edilmiş olmalı; söz konusu durumun başka bir izahı yoktur. Aklı başında olan ve her şeyden öte memurun hakkını savunduğunu(!) iddia eden kişilerin alkışlamak yerine; memurun iş güvencesini elinden almaya yönelik cümleler kuran kişileri, söylediklerine pişman etmesi gerekirdi. İşte kendisini sendika olarak tanıtanların durumu. Teslim olmuş bir sendikal anlayışın, çalışanlar için “kaybetmek” anlamına geldiğini anlamak için kahin olmaya gerek yok. Tablo ortada ve durum tek kelime ile; vahim!
Bu noktada, görev her zaman olduğu gibi bize, Türkiye Kamu-Sen’e, Türk Eğitim-Sen’e yani geleceğine sahip çıkanlara düşüyor. İş güvencemize sonuna kadar sahip çıkacağız. Kamu çalışanlarının “Ben istediğimi yaparım, sizi istediğim zaman kapının önüne koyarım” diyenlere bir cevabı olmalı. Kamu çalışanları, iş güvencesini kaldırmak isteyenlerin değirmenine su taşıyan sarı sendikacıları görmeli ve onlardan hesap sormalıdır. Sarı sendikacılık, kamu çalışanlarının geleceğini karatmaktadır. Kamu çalışanları tehditlere boyun eğmemeli; haksızlıklara göz yummalıdır.
Hz.Ali: “Haksızlık karşısında eğilmeyiniz, aksi takdirde hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz” demiştir.
Bu suretle,
Yürekli bir mücadele vermenin zamanı gelmiştir!
Kamu çalışanları,
Haklarını ellerinden alanların mı;
Yoksa geleceğimize sahip çıkanların mı,
Yanında yer alacaktır?
Bu sorunun cevabı “Geleceğimize sahip çıkanlar” ise,
Adres:
Türkiye Kamu-Sen’dir.
Türk Eğitim-Sen’dir.