Eğitim, ülkelerin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik alanda yaşanan hızlı gelişme ve değişmelerden azami faydayı sağlamak ve bunlardan meydana gelebilecek olumsuzlukları asgariye indirebilmek için kullanabilecek en önemli araçlardan bir tanesidir. Aynı zamanda eğitim, bir ülkenin topyekün kalkınmasının itici ön koşuludur.
Günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin oluşturduğu çağdaş rekabet koşulları içerisinde varolma mücadelesi veren bir toplumun, beklentilerini karşılayabilmesi için öncelikle eğitimin kendisinin, değişme ve gelişmelere uyum sağlaması gereklidir. Aksi halde eğitim, gelişmelerin önündeki en büyük engel haline dönüşür. Nitekim yıllardır ülkemizde yaşanan sıkıntının asıl nedenlerinden bir tanesi de bu durumdur. Ülkemizde maalesef, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi eğitim sisteminde, bilgi toplumunun ihtiyaçlarına cevap verecek, yeniden yapılandırma anlamında yeterli mesafe katedilememiştir. Türk milli eğitimine çoğu kez "Reform" adı altında yapılan yüzeysel müdahaleler, yeni sorunlar çıkarma dışında başka bir sonuç vermemiştir. Eğitim politikaları, bir devlet politikası olarak ciddiyetle, planlı ve sağlıklı öngörülerle hazırlanmalıdır. Ancak, yıllardır üzülerek şahit oluyoruz ki; ülkemizde her hükümet, hatta her bakan değişikliğinde "Millî Eğitim Sistemi"miz yaz-boz tahtasına çevriliyor. "Millî Eğitim" ve Bakanlık, politikacılarımızın "Reform" icat etme arenasına dönüştürülüyor.
Bu noktada yapılması gereken; Türkiye’nin yeni yüzyılda üstlenmeyi tasarladığı rolü ve hedeflediği medeniyet gücünü esas alarak, toplumun ve modern zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden yapılandırılmış; içeriği ve hedefleri bakımından milli, yöntemi ve araçları açısından bilimsel bir eğitim sisteminin vücuda getirilmesidir. Pek tabi ki bunun gerçekleştirilebilmesi için, "Millî Eğitim"in; partilerin ve bakanların politikaları yerine "Devlet Politikası" anlayışıyla ele alınması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin ayırıcı vasıflarından bir tanesi de katılımcı demokrasi anlayışıdır. Artık, toplumun sivil örgütlenmesi ve oluşturmuş olduğu sivil toplum örgütleri vasıtasıyla sisteme ve yönetime müdahil olabilmesi, modern yönetim şeklinin olmazsa olmazlarının başında gelmektedir. İşte bu anlamda da ülkemizde öncelikle değiştirilmesi gereken anlayışların başında; çağ dışı yönetim tarzının terk edilmesi gelmektedir. Özlenen bu yeni yaklaşım usulünün eğitim hayatımızda da yerleştirilmesi, daha iyi bir sistemi oluşturabilmemizin ön koşullarındandır. Bilindiği üzere politika geleneğimizde "Ben bilir, ben yaparım" "Ben kararları alırım, siz uygularsınız" anlayışı köklü bir geçmişe ve daha da önemlisi politikacılarımız tarafından kanıksanmış bir konuma sahiptir. Ülkemizin geleceğini tayin eden eğitim hayatımızda bile kararlar; tek taraflı, masa başında, salt politik kaygılarla ve maalesef günü birlik siyasi çıkarlar doğrultusunda alınmaktadır. Üçüncü bin yıla girdiğimiz bu zamanda dahi, Milli Eğitim Bakanlığı idarecileri, çalışanların ve onların temsilcisi olan eğitim sendikalarının görüş ve beklentilerine değer vermemekte, yok saymaktadır. Eğitim sisteminin bizzat uygulayıcıları olan eğitim çalışanlarının; değerlendirmeleri, görüşleri ve beklentileri yöneticiler nezdinde bir anlam ifade etmemektedir. Yüz binlerce üyeye sahip olan eğitim sendikaları, bırakın süreçlere dahil edilmeyi, görmezlikten gelinmektedir. Hal böyle olunca da gerçekleştirilmeye çalışılan bir çok uygulama beraberinde yeni sorunları doğurmakta ve eğitim sistemini daha da içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklemektedir. Bir çok sözde proje uygulamaya sokulduktan kısa bir süre sonra rafa kaldırılmakta ya da yargı kararlarıyla iptal edilmektedir. Bu durumda ise her zaman olduğu gibi fatura geleceğimiz olan çocuklarımıza kesilmektedir. Bencil ve tek yanlı kararların neticesinde nesiller feda edilmektedir. Dünya bilgi çağının gerekleriyle donanırken bizim ülkemizde eğitim, politikacılarımızın hülyalarının ve egolarının tatmin aracı olarak kullanılmaktadır.
İşte bu yanlış yönetim anlayışının ürünü olarak, Türk Milli Eğitim Sisteminin ve eğitim çalışanlarının sorunları yıllar boyu birikmiş ve neredeyse içerisinden çıkılmaz noktaya ulaşmıştır.
Doğrusu ise, Bakanlığı idare edenlerin, masa başı kararlarla değil, taraflarla ve çalışanların temsilcileriyle görüş alışverişinde bulunarak icraat sergilemeleridir. Kaldı ki, artık yasayla kurulmuş olan, yüzbinlerce eğitim çalışanını bünyesinde toplamış, bilgi birikimi, tecrübesi ve yüreği hizmet aşkıyla dolu olan eğitim çalışanlarının oluşturduğu eğitim sendikaları vardır.
Aslında bu yapılanmalar ülkemizi idare edenler açısından bir avantaj olarak kullanılmalıdır. Yönetenler, sendikaları birer "Karşı taraf" olarak algılamamalı; daha iyiye ulaşabilmek, yeni projeleri hayata geçirebilmek, çalışanlar için daha huzurlu bir iş ortamı oluşturabilmek için, "İşbirliği" yapılacak bir "Stratejik Ortak" olarak görmelidirler. Böylesi bir ilişki düzeyinde her şeyin daha güzel olacağı kaçınılmazdır. Örneğin MEB’nın geçtiğimiz öğretim yılında uygulamaya koyduğu İlköğretim Müfredatının ortaya çıkardığı sonuçlar herkes tarafından malumdur. Söz konusu uygulama, yeterli alan araştırması yapılmadan masa başında hazırlanan bir şablon çalışması olarak hayata geçirilmiş ve bir çok araz ortaya çıkarmıştır. Eğitim çalışanları tarafından da oldukça yadırganmıştır. Çünkü uygulanabilirliği ve ihtiyacı karşılayabileceği değerlendirilmeden yürürlüğe konulan yeni müfredat, maalesef beraberinde yeni sıkıntıları getirmiştir. Oyda ki, bakanlık bu müfredatın mutfak çalışmasındaki süreçlere sendikaları dahil etmiş olsaydı, çok daha farklı bir fotoğrafla karşı karşıya kalacaktık. Çünkü, sendika üyeleri, eğitim sisteminin bizzat uygulayıcısı konumundaki eğitim çalışanlarından oluşmaktadır. Dolayısıyla sistemde karşılaşılan tıkanıklıkları, eksiklikleri ve ihtiyaçları en iyi bilenler bunlardır. Mevcut sistemi tecrübe eden, sistemin eğitim hedeflerine yönelik etkisini en iyi analiz edebilen, öğrenci ve ailelerin sosyo-kültürel seviyesini tespit edebilen, ders araç ve gereçlerinin yeterliliğini ölçebilen ve sistemin işleyişini birebir takip edebilen kendileridir. İşte böylesine bir birikimden faydalanarak oluşturulacak bir projenin başarılı olması kadar doğal bir durum olamaz.
Ancak pek tabi ki, istenen bu tablonun elde edilebilmesi için öncelikle "Yönetenlerde" bir zihniyet devrimine ihtiyaç vardır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sendikalar; hizmet için "İşbirliği" yapılacak kuruluşlar olarak değerlendirilmeli, çalışanlar adına sendikalardan gelen görüş, öneri ve eleştiriler iyi niyetli yaklaşımlar olarak kabul edilmelidir. Bu seviye yakalandığında görülecektir ki, her şey daha güzel olacaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın.
Saygılarımla.