Terörizmi bir devlet politikası olarak uygulayan ve “Devlet Terörü” kavramını dünya siyasi literatürüne kazandıran İsrail, bir kez daha insanlık dışı yüzünü tüm dünyaya gösterdi.
İçerisinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da olduğu ve değişik ülkelerden yüzlerce gönüllünün bulunduğu yardım gemisi, Gazze’nin yaşadığı dramı dünya gündemine taşımak ve ablukayı kırarak yardım akışını sağlamak amacıyla Filistin’e doğru yola çıktı.
Sivillere ve masumlara karşı orantısız güç kullanmasıyla şöhret olmuş İsrail’in bile; önceden duyurmuş olmasına rağmen, uluslararası sularda sivil bir gemiye radikal müdahale edebileceğini kimse düşünemiyordu. Fakat düşünülmeyen gerçekleşti. İsrail kuvvetleri, adeta düşman deniz kuvvetlerine ait silahlı bir destroyere saldırırcasına, yardım gemisine müdahale ederek yeni bir katliama imza attılar. Dünyanın canlı yayınla izliyor olmasına bile aldırmadan gerçekleştirilen bu kanlı operasyon sonucunda, 9 Türk vatandaşının da hayatını kaybettiği vahim bir tablo ortaya çıktı.
ABD dışında, neredeyse bütün medeni dünyanın şiddetle kınadığı ve lanetlediği bu olay, siyasi ve diplomatik yansımalarını uzun yıllar hissettirecektir. Müdahale ve sonrasında yaşanan gelişmelerin ülkemizi ve bölgemizi doğrudan etkileyeceği tartışılmazdır.
Hem Türkiye hem İsrail hem de bölge açısından ayrı etkilere yol açacak bu olay farklı açılardan değerlendirilmelidir:
İddia edilenlerin aksine, öyle olmasını arzu etmemize rağmen, İsrail bu müdahale ile prestij kaybetmemiş; ülkesinin güvenliği ve takip ettiği politika için gereğini her koşulda yerine getiren güçlü bir devlet görüntüsünü ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Ülke menfaati ve belirlediği strateji için gerektiğinde her şeyi bir yana bırakıp, uluslar arası hukuku dahi çiğneyerek eylem ortaya koyabilen İsrail Devleti, Ortadoğu’da dengeleri tayin eden tek etkin güç olduğu iddiasını cüretkarca bir üslupla vurgulamıştır. Eğer bundan sonraki süreçte bu eylemin faturası İsrail’e bir şekilde çıkarılmaz ve herhangi bir müeyyideye maruz bırakılmazsa bu iddia doğrulanmış olacaktır.
ABD’nin, Ortadoğu’daki değişmez tek partneri olan İsrail’e olan desteği bu olayda da devam etmektedir. Bütün dünyanın lanetle eleştirdiği insanlık dışı müdahaleye rağmen ABD üst düzey yetkilileri desteklerini açık bir dille ifade etmişlerdir. Türkiye ile İsrail arasındaki yaşanan gerilimin çözümü için devreye giren Obama, yalnızca kayıplar için üzüntülerini belirtmekle yetinmiş; ABD, Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması ve gemi baskınının soruşturulması gibi kritik konularda İsrail destekli tutumunu değiştirmeyeceğinin sinyallerini vermiş, hatta BM’nin kınama mesajını dahi veto etmiştir. Gemi saldırısıyla ilgili yaptığı basın toplantısında ABD’nin Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması çağrılarına destek verip vermeyeceği sorusuna karşılık Beyaz Saray Sözcüsü Robert Gibbs’in “Hayır” yanıtını vermesi Ortadoğu’da büyük oynayanların rollerinin değişmeyeceğinin itirafıdır.
Yaşanan olay, Türkiye açısından değerlendirildiğinde daha büyük sıkıntıların habercisi olacaktır.
Öncelikle şu acı gerçek aşikardır ki; gemi saldırısı ülkemiz için ikinci bir ÇUVAL OLAYI hüviyetini taşımaktadır.
Hatırlanacağı üzere Irak’ta Özel Kuvvetlere bağlı seçkin birliğimiz esir alınmış ve başlarına çuval geçirilerek teşhir edilmişti. Olayın sorumluları hakkında hiç bir işlem yapılmadığı gibi; ABD’li sorumlu komutan daha sonraki süreçte ülkesi tarafından taltif edilmişti. Bu olay tarihimizin utanç sayfalarında yerini almış, hem ordumuzun hem de ülkemizin prestijini olumsuz etkilemişti. Nitekim o günden sonra, Irak’ta dizayn edilen yeniden yapılanmada, ülkemize çapulcu aşiretler kadar bile değer verilmemekte, soydaşlarımızın kaderi sözkonusu olduğunda bile görüşümüz değerlendirmeye alınmamaktadır. O günden bu yana “Eşbaşkanı” olduğumuzu iddia ettiğimiz projede, figüranlığı kapmak için dahi taviz üstüne taviz vermekteyiz.
İşte bu zaviyeden bakıldığında gemi saldırısı da aynı anlamı taşımaktadır. Uluslararası sularda, Türk bandıralı gemi zaptedilmiş ve dokuz tane vatandaşımız dünyanın gözü önünde katledilmiştir. Savaş zamanlarında bile kabul edilemeyecek bir hukuksuzluğu sergileyen İsrail’e karşı, Hükümetimizin hamasi söylemlerin ötesinde somut bir tavır geliştirememesi büyük bir handikaptır. Sayın Başbakanın, iki dile tercüme ettirerek yaptığı Meclis Grup konuşmasında, hiçbir somut tedbiri gündeme getirmemesi endişelerimizi doğrulamaktadır. İkili ilişkilerimiz bakımından, yürüyen herhangi bir sürecin şu ya da bu şekilde kesintiye uğradığı; ya da herhangi bir alandaki birlikteliğin sonlandırılabileceği ültimatomunu duyabilmiş değiliz.
Örneğin, Hükümeti temsilen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı sayın Taner Yıldız’ın bir soru üzerine “…biz enerjide İsrail ile ilgili süreç normalleşinceye kadar bir projenin gelişimini düşünmüyoruz.” Şeklindeki açıklamasında kastedilen “normalleşme” ne olacaktır?
İsrail’in gözaltına aldığı aktivistleri yargılamadan serbest bırakması, yaralılarımızı ve cenazelerimizi iade etmesi ilişkilerimizi normalleştirecek yeter bir adım mıdır?
Yoksa, Türkiye Cumhuriyeti olarak beklentimiz; “İsrail Devleti Türkiye’den ve vatandaşları mağdur olan tüm ülkelerden resmen özür dilemelidir. Saldırıda mağdur olanlar, yaralananlar ve kayıplar için uluslar arası hukuk ölçüsünde tazminat ödemelidir. Birleşmiş Milletler İsrail’in hukuksuz ve insanlık dışı davranışını resmen kınamalıdır. BM’nin aldığı kararlar İsrail Devleti tarafından derhal uygulanmalı, Gazze üzerindeki abluka kaldırılmalıdır” şeklinde ön koşullarımızın yerine getirilerek ilişkilerin normalleştirilmesi midir?
İşte bu noktada milletimizin, Hükümetimizden beklentisi, her zaman yaptığı gibi hamasi nutuklardan sıyrılarak somut koşullarla cesurca bir politikayı ortaya koymasıdır.
Bu noktada gözden kaçırılan bir husus şudur ki; Hükümetimiz bu sürecin başında zaafiyet sergilemiştir. Şöyle ki; hatırlanacağı üzere İsrail Hükümeti yardım gemisinin Gazze’ye ulaşmasına müsaade etmeyeceğini ve kara sularına girmeden durduracağını günler öncesinden ilan etmişti. Dolayısıyla Hükümetimiz, ya bu geminin seyahatine engel olacak ya da geminin güvenliğini sağlayacak önleyici tedbirleri önceden alacaktı. Bu anlamda, hükümetimiz, vatandaşlarının can güvenliğini göre göre tehlikeye atmıştır. Organizasyonun bir sivil örgütlenme vasıtasıyla başlatılmış olması Hükümetin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağına göre; Türk Hükümeti, organizasyonun başlamasıyla birlikte dünya kamuoyunu da harekete geçirerek İsrail’in cüretine zemin bulmasına fırsat vermemeliydi.
Uzun lafın kısası; bağıra bağıra gelen bir baskınla dokuz vatandaşını korumaktan aciz bir devlet olarak yeni bir utanç sayfasını daha kapatmış bulunuyoruz.
Yaşanan olayın en ağır etkilerini tabii ki Ortadoğu’daki yeni dönemde yaşayacağız. İsrail’in bu cüreti karşısında gerekli adımlar tarafımızdan atılmaz, bir takım yaptırımlar hayata geçirilmez ve ABD başta olmak üzere uluslararası kamuoyunun İsrail’e karşı tutumu değiştirilemez ise; bir süredir iktidar partisi tarafından makyajlanarak toplumumuza servis edilen “Bölgesel etkin güç” imajı da sarsılacaktır. Çünkü, İsrail’in bu hukuk tanımaz tutumunun deşifresi şudur: “Türkiye, ne yaparsa yapsın. Bu bölgenin tek tayin edici gücü benim. Bölgenin hukukunu da politikasını da ben belirlerim. Ortadoğu’daki yapılanmalar ve ilişkiler her zaman olduğu gibi İsrail’in çıkarları ekseninde belirlenmek zorundadır.”
Bu durum, Türkiye’nin oluşturmaya çalıştığı “Güçlü devlet algısı”nı zedeleyecek; bölgede etkin olmaya çalışan dengelerin Türkiye’ye karşı yaklaşımlarını olumsuz etkileyecektir. Uluslararası hukuku dahi işletemeyen Türkiye, bölgede oluşturmaya çalıştığı yeni açılımlar hususunda gelişmiş dünya ülkeleri nezdindeki inanılırlığını ve güvenilirliğini yitirecektir. Bu durumda da bölgemizde yeni denklemlerin oluşturulamayacağı ve milli menfaatlerimize aykırı olan eski güç dengelerinin daha da gelişerek devam edeceği aşikardır.
Önemli bir nokta da, olay akabinde ülkemizin dört bir yanında sergilenen protesto gösterileridir. Anadolu Türklüğü, bir imparatorluk bakiyesi üzerine yeni bir devlet kurmuştur. Fakat devleti kuran ruh ve milletin hissiyatı o bakiyenin hasletlerini taşımaktadır. Dolayısıyla imparatorluğumuzu yitirmiş olsak bile; Balkanlardaki soydaşımızın sevinciyle sevinir, Kırım’daki soydaşımızın hüznüyle hüzünlenir, Cezayir’deki kardeşimizin derdiyle dertlenir ve Irak’taki yoldaşımızın acısıyla üzülürüz. Bu açıdan değerlendirildiğinde; Filistin’deki dram karşısında kendi soydaşları dahi sessiz kalırken, Anadolu’nun şaha kalkıyor olması daha iyi anlaşılacaktır. İsrail’in terbiyesizliğinin ardından, siyasi görüşü farklı farklı olan onbinlerin aynı his altında sokaklara çıkmasının izahı işte bu ruhta bulunmaktadır.
Ancak bir hususa dikkat etmek gerekir ki; sivil inisiyatifin sergilediği bu tepkiler, bir takım yanlış yönlendirmelere zemin oluşturmamalıdır. Duygu yoğunluğumuzu fırsat bilen bazı çevrelerin savaş çığırtkanlığı yaparak, ülkemizi Ortadoğu bataklığına çekme gayretlerine karşı uyanık olunmalıdır. Pek tabii ki tepki koyulacaktır. Pek tabii ki, devletimiz uluslar arası hukukun kendisine sağladığı tüm enstrümanları kullanarak müeyyideler geliştirmelidir. Fakat asla gözden kaçırılmamalıdır ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasını belirleyecek tek ve vazgeçilmez kriter, Türk Devleti’nin çıkarlarıdır. Uluslararası ilişkiler macerayla yürütülmez, duygusal tepkilerle tayin edilemez. Sivil inisiyatifin görevi, milletin hissiyatına tercüman olmaktır; ülkenin dış ilişkilerini belirlemek değil!
Velhasıl…
Tıpkı,
İşgal süresince Irak’ta 1,5 milyon sivil Müslüman Iraklıyı katleden emperyalist işgalcileri lanetlediğim gibi,
Bir buçuk milyon soydaşımızı göçmen durumuna düşüren, yüzlerce soydaşımızı katleden ve yıllardır Karabağ’ı işgal eden Ermeni çetesini lanetlediğim gibi,
Altmış yılı aşkındır işgal ettiği Doğu Türkistan’da on binlerce Türkü katleden, soykırıma tabi tutan işkenceci Çin yönetimini lanetlediğim gibi,
Bir taş atımlık mesafede yaşayan, fakat dün Saddam bugün Peşmerge zulümü altında inim inim inleyen Irak Türkmenlerini ve liderlerini katledenleri lanetlediğim gibi,
Çeyrek asrı aşkındır onbinlerce canımıza ve milyar dolarlarca kıymetimize malolan; ve son zamanlarda yine azdırılarak her gün yiğitlerimizi katleden PKK canilerini lanetlediğim gibi,
Terörizmi metod olarak kabul eden; içerisinde bir yaşındaki bebeğin, kadınların ve yaşlıların bulunduğu gemiye bile bile gelişmiş silahlarla alçakca saldıran, savunmasız insanları katleden, tek amaçları mazluma el uzatmak olan masumları öldüren İsrail’li katilleri de lanetliyorum.
Talip GEYLAN