BİR ASKER OLSAYDIM…

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine göre ordumuzun vazifesi; “Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan kollamak ve korumaktır.” İşte, ordumuz, tarihten gelen bu milli görevi nedeniyle Türk Milleti tarafından mukaddes kabul edilmekte; insanımız, “Peygamber Ocağı” olarak nitelendirdiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sonsuz minnet duygusuyla güven duymaktadır.

Her Türk ailesi, vakti geldiğinde oğlunu “Vatan Vazifesi”ni ifa etmek için davullu zurnalı askere uğurlamakta; kına yakarak yola koyduğu yavrusunu, canından aziz bildiği vatana iman derecesindeki bir sevgi ve bağlılık duygusuyla hediye etmektedir.

“Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” tevekkülüyle kutsal vazifeye teslim olan her Türk genci inanmaktadır ki, gerektiğinde feda etmekten geri durmayacağı varlığı, geride bıraktıklarının ve kutsal bildiği her şeyin tek teminatıdır. Mehmetçik, ancak bu inanış sayesinde uykusuz gecelere, bitmek bilmeyen hasretlere ve tükenmeyen zorluklara katlanmakta; hatta tüm bunlardan ibadet hüviyetinde haz almaktadır.

 

Bu hissediş, yüz yıllardır süre gelmektedir. Bu sonu gelmeyecek olan iman sayesinde üzerinde yaşadığımız topraklar vatan olmuş; hürriyetimiz, varlığımız ve devletimiz hayat bulmuştur.

 

Son çeyrek asrımızda, bölücü-ayrılıkçı terörün emeline ulaşamamış olması da yine milletimizin bir parçası olan Mehmetçiğimizin binlerce şehit verme pahasına ortaya koyduğu yılmaz mücadelenin bir neticesidir.

 

Lakin, son yıllarda anlaşılmaz gelişmelere şahit olmaktayız. Özellikle, Hükümetin Kürt Açılımı çalışmalarıyla hızlanan süreçte, hiç alışık olmadığımız yaklaşım ve değerlendirmeler hem de cüretkarca sergilenir oldu.

 

Yaşanan rezilliklerin son perdesini de Tokat’ın Reşadiye ilçesinde hain pusuyla toprağa düşürülen yedi şehidimizin vedasında izledik.

 

Dilerseniz son zamanlarda yaşananları bir asker olsaydım diyerek, vatan görevini ifa eden bir askerimizin halet-i ruhiyesiyle dile getirmeye çalışalım. Bir bakalım onun gözünden Türkiye nasıl görünüyor:

Benim adım Mehmet.

Şu an vatani görevimi yerine getiriyorum.

Güzel ülkemin kutsal topraklarını korumak için, ücra dağ karakolunda bir grup arkadaşımla beraber nöbetteyim.

Hiç korkmuyorum. Çünkü biliyorum ki, bu mukaddes hizmet süresinde ölürsem şehit olacağım, kalırsam gazi. Her iki neticede de ailem, sevenlerim ve bütün milletim benimle gurur duyacak. Aileme ve çocuklarıma bırakacağım en büyük miras bu şeref olacak. Vatan görevim süresince ihlasla geçirdiğim her dakikanın, en büyük ibadet seviyesinde anlam taşıdığına yürekten inanıyorum. Ve buradaki her anım için yüce Allah’a minnetle şükrediyorum.

Her göreve çıkışımda ya da arkadaşlarımı arazi kontrollerine uğurlarken sağ salim dönmeleri için dua ediyorum. Yaşadığımız her kayıpta veya televizyon haberlerinde izlediğim her şehit cenazesinde büyük üzüntü yaşıyorum. Bu durumlarda tek teselli kaynağım manevi kuvvetim. Biliyorum ki, onlar ölümsüzlüğe yol aldılar. İşte bu inançla yaşama ve mücadele azmimi pekiştiriyorum. Bu umut ve teselli üzüntümü azaltıyor.

Fakat son dönemlerde tesellisi mümkün olmayan üzüntüler yaşıyorum.

Umutlarım tükeniyor.

 “Bunun için mi..?” diye soruyorum kendime, cevap veremiyorum.

Şaşırıyorum gördüklerime, duyduklarıma…

Her türlü saldırı, kayıp ve zorluğa rağmen yaşattığım mücadele azmim yıkılıyor, kahroluyorum.

Güzel ülkemde neler oluyor, anlam veremiyorum.

Terör örgütü mensubu olmak, terör propagandası yapmak suç olmaktan mı çıkarıldı? Yıllardır peşinden kovaladığımız eli kanlı katiller davullarla/toylarla karşılanıyor. Devletimin en üst düzey bürokratlarının refakatinde yapılan bu gösterilere inanamıyorum.

Şehirler yakılıyor, yıkılıyor. Bölücüler cüretkarca meydanları işgal ediyor.

Güvenlik güçlerimiz ise “Sağduyu” adına sadece seyrediyor.

Bu rezilliğe tepki gösteren vatandaşlarımız ise utanmazca yargılanıyor, provakasyon yapmakla suçlanıyor.

Akşamları, karakolumuzun mütevazi salonunda izlediğim televizyon görüntülerini idrak edemiyorum. Acaba bu izlediklerim birer kamera şakası mı?

Katil başı, tutuklu bulunduğu cezaevini adeta bir karargah gibi kullanıyor. Aylardır Türkiye gündemini o belirliyor. Her dediği hemen hayata geçiriliyor. Devletimi idare edenler, sanırsınız ki, örgütün hamleleri karşısında pozisyon belirliyorlar. Bu acziyet görüntüsüne yüreğim dayanmıyor.

Bizlerin dağ taş demeden kovaladığı, inlerine baskın yaptığı teröristler, şehirlerde serbestçe dolaşıyorlar. Dağlarda yer tutmalarına müsaade etmediklerimiz, şehirlerde hoyratça seslerini yükseltiyorlar. Ülkemin boz dağlarını teslim etmediğimiz çapulcular şehirleri teslim alıyorlar, dükkanları kapatıyorlar, vatandaşı sokaklara yığıyorlar.

Hain sıfatlıların sahip oldukları bu özgürlükleri televizyondan izleyince düşünüyorum; acaba biz bu dağlarda ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz?

Acımasız bir katil sürüsü olan Pkk’nın yaptığı hunhar katliamlar; sanki devletimizin gücünü kullanan grupların üstü örtülü operasyonlarının bir sonucuymuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet partisinin ileri gelenlerine göre, yapılan bu saldırıların amacı sözde Demokratik Açılıma yönelik provakatif eylemler. Öyle bir fotoğraf zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor ki, yıllardır on binlerce kanın akmasının nedeni, adeta Türkiye’nin selametine kastetmiş planlı terör değil; üç beş tane saf kandırılmış çocuğu kendi kontrollerinde dağa çıkararak örgüt kurduran ve ülkedeki iktidarlarını devamını sağlayan sözde DERİN GÜÇLER(!)

 

Yıllardır bizlere anlatılanlar; yani, terörün uluslar arası desteğinin olduğu, ayrılıkçı emeller taşıyan binlerce militanın varlığı, milyarlarca dolarlık rantı paylaşan örgüt yöneticileri, bölücülüğü siyasi amaç edinmiş sözde politikacılar vs. hepsi birer yalanmış. Tüm bunlar statükocuların(!) maniplasyona yönelik gerçek olmayan propagandalarıymış(?)

Tokat’ta şehit edilen yedi arkadaşımızın ardından söylenenlere kulaklarım inanamıyor. Hükümetin bir Bakanı çıkıyor, “…bu saldırının arkasından başka şeyler çıkabilir” diyerek olayın terör bağlantılı olamayabileceğini ima ediyor. Medyaya bakıyorum; Şehit Cengiz Sarıbaş’ın amcasının, yüreğinin yangınıyla söylediklerini ön plana alarak farklı anlamlar yüklemeye ve sözde demokratik açılıma destek vermeye çalışırken; Şehit Sarıbaş’ın babasının gururla haykırdığı şu cümleyi görmezden geliyorlar: “Yavrumun kanı yerde kalmayacak. Yarın komutanımla konuşacağım. Oğlumun elbiselerini ve silahını bana versinler. Ben de o karakola gidip görev yapacağım. O şerefsizlerin yanına bırakmayacağım”. Ya da İETT otobüsünde Pkk militanları tarafından hunharca yakılan 17 yaşındaki Serap’ın cenazesinde bir yaşlı kadının Türk Bayrağı açarak “Yeter artık. Serap geri gelmeyecek. Susmayacağız. Bayrak için yaşıyoruz” diye lanetleyen feryadına kulaklarını tıkıyorlar.

 

Tüm bu şahit olduklarımdan sonra, buradaki bütün arkadaşlarım gibi ben de kendime soruyorum:

Acaba ben boşuna mı mücadele ediyorum? Ne için mücadele ediyorum?

Ben ve arkadaşlarım burada cansiparane bir şekilde bölücülere karşı mücadele ederken, bölücü unsurlara hem de Devletimizi yönetenler tarafından bu derece müsamaha gösterilmesi ne anlama geliyor?

Ne için vuruluyorum, neden kendimi feda ediyorum?

Ana babamı gözü yaşlı; eşimi dul, çocuğumu yetim bırakırken gözüm arkada mı kalacak?

Askerliğin yan gelip yatmak olmadığını bilen biz Mehmetçikler, “vuran da vurulan da vatan evladı…” söylemleriyle terörist kelleleriyle bir mi tutuluyoruz?

 

Sözde Demokratik Açılım adı altında; bölücüye, bölücü söylem ve taleplere, bölücülüğe zemin yaratan her türlü unsura yeni özgürlük alanı açmanın peşinde olanlara soruyorum;

Kürt Türk demeden katledilen 40 bin vatandaşımızın,

Daha doğmadan anne karnında öldürülen ceninlerin,

Tek amacı dağ köylerindeki çocuklarımızı eğitmek olan fakat bayrak direklerine asılarak öldürülen öğretmenlerin,

Bir hıncın ifadesi olarak üzerine yüzlerce mermi sıkılarak katledilen Mehmetçiğin hesabı ne olacak?

Evet soruyorum!

Milyonlarcası şehit olan ve daha yüzbinlercesi şehit olmayı bekleyen Mehmetçiklerden, tarihimden, sayısız kahramanlıkların sahibi büyük milletimden ve en önemlisi beni yargılayacak olan gelecek nesillerimden utanarak soruyorum bunları.

Kim cevap verecek?

 

Talip GEYLAN

 

 

 

 

 

     

 

Son Haberler

DYK’DA GÖREV ALAN MEMURLARA ÜCRET ÖDENMELİDİR

Hizmet Kollarına Yönelik Mali ve Sosyal Haklara İlişkin 2024 ve 2025 Yıllarını Kapsayan 7....

MEB BÜTÇESİ İHTİYAÇLARI KARŞILAYACAK MI?

Türk Eğitim Sen Genel Başkanı Talip Geylan’ın, MEB Bütçesi hakkında yaptığı değerlendirmedir.

ATATÜRK, TÜRKİYE’DİR!

Türk Eğitim Sen Genel Başkanı Talip Geylan’ın, 10 Kasım dolayısıyla yaptığı basın açıklamasıdır.

AKADEMİK ZAM PAS GEÇİLMESİN!

Genel Başkanımız Talip Geylan, ekonomik koşullarından dolayı, başarılı öğrencilerin akademisyenliği değil, geliri daha yüksek olan meslekleri tercih ettiğini kaydederek, bu durumun Türk akademisinin geleceği açısından önemli bir zafiyet doğuracağını söyledi.