Mesut Barzani: “Türklerin Kerkük’e girmesine izin vermeyeceğiz. Eğer böyle bir şey olursa biz de Diyarbakır ve diğer şehirlere karışırız. Türkiye birkaç bin Türk için Kerkük’e müdahaleyi düşünüyorsa, biz de otuz milyon Kürt varlığı için Türkiye’deki kentlere müdahale hakkımızı kullanırız”
Leyla Zana: “Kürtlerin üç yoldaşı vardır. Bu üçü de çok değerlidir. Kürtlerin yüreğinde önemli bir yere sahiptir. Talabani, Barzani ve Öcalan Kürtlerin yoldaşıdır. Üçü de yüzümüzün akıdır, kulağı, yüreği ve beynidir.”
Cürete bakın!
Yedi düvele karşı verilen Kurtuluş Savaşı sürecinde bile etnik ayrımcılar ve aşiret reisleri ancak bu kadar cüretkar olabilmişlerdir.
Bu söylediklerim, kimi okuyucularımız açısından abartılı bir yorum olarak değerlendirilebilir; ama biraz düşünüldüğü zaman ne kadar gerçekci ifadeler olduğu anlaşılacaktır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası; devletimizin tüm imkanlarına el konulduğu, ülkemizin harap ve bitap bir duruma düştüğü ve aynı zamanda da milletimizin sefalet ve yılgınlık sarmalında olduğu bir dönemdi. O çok zor şartlarda dünyanın en güçlü ülkelerinin lojistik desteğini de arkalarına alan etnik bölücüler her fırsatı kullanmaya ve hain planlarını uygulamaya çalışmışlardır. İşgal altında olan devlet kurumları da acziyet içerisinde oldukları için bu girişimler karşısında dirayetli bir tavır ortaya koyamamışlardır.
Ancak günümüzde ise ülkemiz üzerinde bir işgal söz konusu değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; ekonomisi, sosyal yapısı, ordusu ve imkanlarıyla güçlü bir ülkedir. Milli menfaatler söz konusu olduğunda milletimiz ve devletimizin tüm kurumları yek vücut olarak tavır geliştirebilmektedirler.
Peki neden bu haldeyiz? Neden bölücüler ve etnik ayrımcılar bu kadar cüretkar olabiliyorlar?
Bu sorunun tek bir cevabı var: Devleti yönetenlerin dirayetli bir irade ortaya koyamıyor olmaları.
Evet, şu zaman itibariyle, devletimizi idare eden siyasi irade sahipleri binlerce yıllık köklü ve büyük bir devleti yönetmekte olduklarının tam şuurunda değilmiş gibi hareket etmektedirler.
Mevcut iktidar, iş başına geldiği tarihten bu yana, hayata geçirdiği icraatlarıyla şaşkınlık yaratmaya devam etmektedir. AKP Hükümeti, adeta, Türkiye Cumhuriyeti Devleti 3 Kasım 2002 tarihinde kurulmuşcasına davranmakta; uzun yılların birikimiyle oluşmuş olan devlet politikalarını rafa kaldırmaktadır. Tarihi bilgi derinliğinden ve diplomatik tecrübeden yoksun olan bu durum ise ülkemizin geleceğine ipotek koyan ve toplumsal dokumuzu örseleyen sonuçlara vesile olmaktadır.
İktidar, bu vahim tablo karşısında duyarlı ve iyi niyetli olarak yapılan tüm ikazlara da hasmane bir tutum takınmaktadır. Kendinden başka “Doğru” kabul etmeyen AKP, bilerek ya da dolaylı olarak çok uluslu operasyonlara zemin hazırlamakta; sözde demokratik açılımlar adına ülkemiz içerisindeki bölücü girişimleri cesaretlendirici adımlar atmaktadır.
İşte, Leyla Zana’nın, yukarıda ifade edilen demeci bu sonucun en somut göstergelerindendir. O Leyla Zana ki, başta TBMM kürsüsünde ortaya koyduğu davranış olmak üzere, yapmış olduğu bölücü girişimlerinden dolayı tutuklanarak cezaevine konulmuş idi. O dönem Türk toplumu “Bunlar bölücüdür. Devlet gereğini yapmıştır..” şeklinde olumlu bir yaklaşım göstermiş ve yapılanı tasdik etmişti. Fakat aradan on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra aynı Leyla Zana ve şürekası, TBMM Başkanı ve Başbakan vekili sıfatıyla konutlarda ağırlanmıştır. Peki bu on yılda değişen nedir? Leyla Zana ve ekibinin duruşunda, görüşlerinde, eylemlerinde bir değişiklik söz konusu değildir. Tam aksine bu güruh cüretlerini daha da artırmış, arkalarına uluslar arası oluşumların da desteğini almışlar ve hatta bölücü faaliyetlerini bölgesel bir niteliğe sokmuşlardır. On yıl önce gizli kapaklı yaptıkları, kamufle ettikleri faaliyetlerini alenen ve yüksek sesle hayata geçirmiş durumdadırlar. Bölücülük, adeta meşru bir faaliyet gibisine, ülkemizde her düzeyde rahatça ve çekinmeden gündeme getirilmektedir.
Bu durumda değişen, ne yazık ki, devleti yöneten iradenin anlayışıdır. Toplumumuz üzerinde uygulanan psikolojik harp operasyonlarından hükümetimiz de nasibini almış durumdadır. AKP Hükümeti iç politik varlığının devamını bir takım uluslar arası oluşumların -başta AB olmak üzere- ulufelerine ipotek ettiği için, dayatmalara ve yönlendirmelere karşı duracak iradeyi ortaya koyamamaktadır. Hükümet yetkililerinin, bölücü hareketin sözde legal temsilcilerini muhatap almaları, sosyal meselelerimizi bölücü örgütün literatürüyle dillendirmeleri (Sayın Tayyip Beyin ‘Kürt Sorunu’ tanımlaması, ‘Sayın’ ve ‘Kelle’ nitelemeleri gibi…), milli kimliğimizi tartışmaya açmaları gibi tutumları AKP Hükümeti ile toplumun hassasiyetlerinin çok örtüşmediğini göstermektedir.
Dirayetli bir yönetim… Nerede?
Keza, dış ilişkilerimizde de ülkemiz bir handikap içerisinde bırakılmıştır. Özellikle bir kazan gibi dört yıldır kaynayan Irak ve etkilediği bölgesel gelişmelerde Türkiye Cumhuriyeti saf dışı bırakılmıştır. Türkiye olarak, bölgenin en büyük ve en köklü gücü olmamıza; bölge üzerinde tarihten ve ortak kültürden gelen doğal bir etki alanına sahip olmamıza rağmen ortaya çıkan bu netice çok şaşırtıcıdır. Yani bölgesel gelişmelerde bu denli dışlanmış olmak için özellikle gayret edilmesi gerekiyordu. Hükümetimiz hiçbir şey yapmıyor olsaydı bile şu an içerisinde bulunduğumuz durumdan daha etkin bir konuma sahip olabilirdik.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu derece bir acziyet ve dışlanmışlık pozisyonunda iken; dünün çete reisleri ise bölgesel operasyonun baş aktörleri olarak faaliyetlerini yürütmektedirler. Türkiye’nin nefesiyle bile kendisini yok edebileceğini bildiği halde Barzani çapulcusu devletimize kafa tutabilmekte ve tehdit edebilmektedir. Tabi ki, ona bu cesareti veren; arkasındaki işgalci güç olduğu kadar, ülkemizi yönetenlerin basiretsiz ve ürkek dış politika anlayışıdır. Barzani daha önce defalarca benzer atılımları yapmış, fakat Türkiye’den etkili bir tepki almamıştı. Bu dirayetsiz tutumumuz da ona daha fazla cüret kazandırmıştır. “Birkaç bin Türk…” diyerek Irak’taki dört milyona yakın Türkmen varlığının geleceğine yönelik mesaj veren Barzani, utanmadan Kerkük’ün bir Kürt şehri olduğunu da çekinmeden ilan etmektedir.
Lakin diğer yandan da ülkemizin Başbakanı aynı iddiayı gündeme getirememekte “Kerkük hiçbir etnik grubun değildir. Türk, Kürt, Arap…ların yaşadığı bir Irak şehridir.” gibi politika bilimi açısından zaafiyet teşkil eden bir tutum ortaya koymaktadır. Düşünün ki, muhtemel bir pazarlık söz konusudur. Bir tarafta, amiyane tabirle, “Bu mal benim” diyen birisi, diğer tarafta ise “Bu mal benim değil hepimizin” diyen birisi. Böylesi bir pazarlığın neticesinde ulaşılabilecek bir uzlaşmadan hangi taraf karlı çıkacaktır acaba? Hükümet bu kadar basit bir politik manevrayı yapmaktan aciz midir; yoksa AKP’nin bölgeye ve özellikle de Irak’taki Türk varlığına yaklaşımında bir farklılık mı söz konusudur?
AKP’nin artık şunu iyi görmesi gerekmektedir: Türkiye’nin iç meseleleri, başta AB olmak üzere çok uluslu oluşumların tanımlamaları ve stratejileriyle çözülemeyecektir. Türk toplumunun en doğal hakkı olan demokratik ortam ve refah düzeyinin sağlanması bölücü ve ayrımcı girişimlere-kesimlere tölerans göstermekle sağlanamayacaktır. Etkin bir Türk dış politikası, milli menfaatler doğrultusunda çizilmiş olan kırmızı çizgilerin lağvedilmesiyle sağlanamayacaktır. Özellikle burnumuzun dibindeki Irak’ta yaşanan gelişmelerde ülkemizin ve Türkmenlerin çıkarları, ABD’ye sunulan ricalar ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a açılan talepkar telefonlarla korunamayacaktır.
Velhasıl..,
Tüm kamuoyu tarafından çok iyi bilinen, “Gereken yapılacaktır.” nutuklarıyla devlet yönetilemeyeceği gerçeği AKP tarafından da artık anlaşılmalıdır.
Toplumumuz, yaklaşık dört yıldır ülkemize karşı her türlü hakareti ve cüreti gösteren bu çapulcu başlarına inanılmaz bir sabır gösteren AKP Hükümetinden biraz olsun dirayetli dış politika yürütmesini istemektedir.
Ayrıca sayın Erdoğan’ın da güçlü ve onurlu büyük bir devletin başbakanı olarak “Ey çapulcular haddinizi bilin. Kerkük yüz yıllardır bir Türk şehridir ve ebediyen öyle kalacaktır.” diye cesurca haykırmasını beklemektedir.
Son bir ümitle…