Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin seksen üç yıllık tarihi süresince -özellikle son çeyrek asrında- halkımız, “Kayıt dışı ekonomi, kayıt dışı istihdam, kayıt dışı kara para” kavramlarıyla sık sık karşılaşır; hatta kanıksar hale gelmiştir. Öyle ki, dönem dönem Türk ekonomisinin önemli dinamiklerini kayıt dışı ekonominin yönlendirdiği bile söylenebilir.
Vatandaşımızın yanı sıra, iş adamlarımız ve hatta siyasilerimiz için bile “Kayıt Dışı” önemli bir sektör halinde algılanır olmuştur.
2002 Seçimleriyle ezici bir çoğunlukla iktidara gelen AKP ile birlikte ise, Türk siyaseti yeni bir anlayışla tanışmış oldu: KAYIT DIŞI SİYASET. Ya da KORSAN DIŞ POLİTİKA.
Gerçek odur ki, tüm ciddi devletlerde olduğu gibi bizim devlet geleneğimizde de vazgeçilemez teamül ve kaideler vardır. Bir kısmı yazılı bir kısmı örfi olan; değişen hükümetlere göre değişmeyen, devlette devamlılığı ve “Devlet Terbiyesini” var eden bu kurallar hayati öneme sahiptir. Siyasi görüşü, politik tercihi ve geleneği ne olursa olsun; yönetme birikimine sahip, devleti tanıyan, tarihe ve geleceğe karşı birazcık olsun sorumluluk taşıyan herkes için bu kurallar vazgeçilmezdir. Devlet adamı için, söz konusu kurallara uyarak “Eylemek”, bir erdem ya da gayret gösterilmesi gereken davranışlar değil; doğal olarak ortaya konulan refleks tutumlardır.
Ancak, Türk toplumu, AKP iktidarıyla birlikte hiç alışkın olmadığı tutumları da görmeye başlamıştır.
İcraatları öyle göstermektedir ki; AKP yetkilileri için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 3 Kasım 2002 tarihinde kurulmuştur. Dolayısıyla devlet yeni baştan projelendirilmeli ve ona göre yeniden düzenlenmelidir. Cumhuriyete ruh veren değerler, devletimizin kuruluş felsefesi, milli birliği ve devletimizin üniter yapısını koruyan temel dinamikler, büyük bedeller ve tecrübelerle oluşturulmuş olan devlet politikaları AKP iktidarıyla birlikte sümen altı edilmeye başlanmıştır. Yeni düzene “Uymayan” tüm kişi, kuruluş ve anlayışlar artık “Marjinal”dirler.
İşte bu anlayış yeni davranış kalıplarını doğurmuştur.
Dış ilişkilerde, köklü birikime sahip, geçmiş yaşananların tecrübesine vakıf, bölgemizde ve dünyada yaşanan gelişmelerin seyrini takip eden Dış işleri bürokratları göz ardı edilerek, “Başbakan Danışmanı” sıfatıyla yapılan ikili uluslar arası görüşmeler AKP ile vücut bulmuştur. Özellikle; hangi birikim, tecrübe ve vasıflara haiz olduğu toplumumuzca meçhul olan, fakat her defasında sayın Başbakan tarafından hararetle savunulan Cüneyt Zapsu beyefendinin ilişkileri kamuoyu tarafından merak edilmektedir. Bu ilişkilerde Zapsu’nun kimlerle ne görüştüğü, hangi sözleri aldığı, hangi taahhütleri verdiği kamuoyunca bilinmemektedir. Çünkü, Zapsu da Başbakanı gibi, uluslararası ilişkilerde tutanak tutma zahmetini gereksiz gören bir anlayışa sahiptir. O da bu görüşmelerinde Dışişleri ve Büyükelçilik yetkililerini yanında bulundurmayı bir türlü alışkanlık haline getirememiştir.
Ülkemizin geleceğiyle ilgili çok önemli konularda günlük gelişmelere göre politika belirlenmesine, hayati kararlar alınırken bile devletin kurumlarıyla görüş alışverişinde bulunulmamasına Recep Erdoğan hükümetinde şahit oluyoruz.
Millet iradesinin yok sayılmasını, Türk Milletinin geleceğini belirleyecek stratejileri oluştururken bile milletin sesi olan TBMM’ye başvurulmamasını AKP demokrasisinde gördük.
“Siyaset vaattir. Yapamazsanız izahattır” gibi gayri ahlaki politik yaklaşımları Türk toplumu demokrasi tarihinde çok gördü. Altı defa gideni yedinci kez yine başına getirdi. Ancak milletimiz sanırım; Ankara’da farklı Diyarbakır’da farklı; Türkiye’de ayrı Avustralya’da ayrı konuşanı, sabah televizyona çıkıp söylediğini akşam inkar edeni; çiftçiyi, işçiyi, memuru paylayıp tehdit edeni, argo konuşması eleştirildiğinde “halkımın dilini konuşuyorum” şeklinde garip bir savunma yapanını ilk defa görmektedir.
AKP Hükümeti o kadar ileri gitti ki, bırakın diğer kurumları ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni; zaman zaman Bakanlar Kurulu’nu bile yok saymakta. Nitekim bunun son örneğini AKP yöneticilerinin son Kıbrıs açılımında(!) gördük. Abdullah Gül’ün AB’ye atılan bir gol olarak kamuoyuna yansıttığı önerisi gündeme bomba gibi düştü.
Bir kısım Bakanların, AKP’li milletvekillerinin ve hatta Genelkurmay Başkanının dahi basından öğrendiği yeni Kıbrıs politikası herkesi şaşırttı. Ne diyor Büyükanıt Paşa; “Bir toplantıdaydım. Döndüğümde televizyondan öğrendim. Şunun altını dikkatle çiziyorum. Bizim görüşümüzü alıp kabul etmeyebilirler. Ama Silahlı Kuvvetlerin başındaki insan böyle bir kararı televizyondan öğrenmemeli. Orada 40 bin askerini bulunduran bir kurumun, böyle önemli bir karardan haberdar edilmesi, görüşünün alınması gerekmez mi?. Dediğim gibi devletin resmi görüşünden sapma olmuştur. Bunun sürpriz bir şekilde gündeme getirilmesini yadırgadık.”
Eee… Genelkurmay Başkanımız, sanırım Başbakanın sayın Recep Erdoğan olduğunu unutmuş olmalı ki, böylesine bir sitemde bulunuyor.
Hele ki, Kıbrıs konusunda sayın Erdoğan’ın dahiyane politik manevralarına alışmış olması gerekirdi.
Sayın Büyükanıt, bu hususta, devletin resmi politikasının 2002 seçimleriyle çoktan rafa kaldırıldığını çok iyi biliyor. Erdoğan değil mi ki, seçimden bir hafta sonra Kıbrıs’taki “Çözümsüzlüğün” adresi olarak Denktaş’ı ve resmi devlet politikasını işaret eden?
Kıbrıs’taki referandum sürecinde “Evet” oyu çıkması için; AB, ABD ve siyasi hayatı boyunca Türkiye ve Denktaş düşmanlığını kendisine sermaye edinmiş olan Talat’a paralel olarak kampanya yürüten kimdi acaba?
Bir yandan “Kıbrıs sorunun çözüm zemini Birleşmiş Milletlerdir” diyen, diğer yandan söylediğini inkar ederek AB üyesi devletlere sözde çözüm önerileri götüren ve siyasi görüşmeler yürüten AKP hükümeti değil mi?
Gerçekleri halkımızın görüşünden kaçırarak, Gümrük Birliği Ek Protokolüne imza atan ve zaten limanların açılacağını bu imzayla taahhüt etmiş olan Uganda hükümeti miydi? Şimdi ise AB’nin haklı olarak, “Verdiğiniz söze, attığınız imzaya sadık kalın ve gereğini yapın” talebinin karşılığında sahte külhanbeyi tavırlarla iç kamuoyunu kandırmaya çalışan Erdoğan hükümeti değil mi?
2007 seçimleri öncesinde, siyasi menfaatleri için, süreci sürüncemede bırakarak, toplumsal tepkiyi önlemeye gayret eden; AB destekli mizansenlerle suni gerilimler yaratarak sözde “Erkekçe” tavırlarla seçime kadar “Günah çıkarmaya” çalışan sayın Recep Erdoğan ve şürekası değil mi?
İşte tüm bu anlatılanların ışığında baktığımızda gelinen durum hiçte şaşırtıcı değil.
Ve netice olarak şu soruyu sormakta garip karşılanmamalı:
Yaşadığımız bu ülke,
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ Mİ?
AKP CUMHURİYETİ DEVLETİ Mİ?