Almanya eski Başbakanı Gerhard Schröder NTV’de katıldığı canlı bir televizyon röportajında, muhabirin "Vicdani Test" konusuyla ilgili sorularını cevaplarken "Vatandaş olmak isteyen Almancayı iyi bilmeli" şeklinde bir ifade kullandı.
Schröder’i kutluyorum. Çünkü eminim ki, her Almanın gururla ve övünçle karşılayacağı, kendisi açısından son derece doğal ve gerekli bir gerçekliği dile getirmiştir.
Ama bunu söylerken de şu hususu belirtmek istiyorum: Almanya’nın ülkelerine gelmek isteyen yabancı uyruklulara uygulamayı planladığı "Vicdani Test" meselesi tam anlamıyla bir ayrımcılıktır. Söz konusu uygulama, insanlar arasında; ırki, dinsel ve bölgesel olarak kamplaşmalara vesile olacak ve halklar arasında husumet oluşturacak bir uygulamadır. Ayrıca faşist ve ırkçı bir yaklaşımın da daniskasıdır.
Bu ayrı bir konu.
Ancak benim takdirle karşıladığım husus, bir üst düzey yöneticinin, kendi diline bu kadar hassasiyetle sahip çıkıyor olmasıdır ki, zaten bu onun konumu gereği, olması gereken en doğal tavırdır.
Schröder’in bu hassasiyetinin özellikle son dönemlerde ülkemizde iş başında olan bir kısım yöneticilerimize örnek teşkil etmesini temenni ediyorum. Çünkü kamuoyumuzun da çok yakından takip ettiği gibi, son yıllarda ülkemizde bir ana dil sevdası aldı başını gidiyor. Hele ki, ülkemizi idare etmekle yükümlü olan bir kısım zevatta bu sevginin Mecnun misali onulmaz bir aşka dönüştüğünü hayretle müşahade ediyoruz.
Hatırlarsınız; TRT’den ana dilde yayın yapılması için kanuni düzenleme yapılırken bir Başbakan yardımcımız buna gerekçe olarak, "Ülkemizin bir bölgesinde Türkçe bilmeyen analarımız, bacılarımız var. Terör örgütü kurdurmuş olduğu televizyonun yayınlarıyla halka ulaşıyor ve propaganda yapıyor. Biz de insanlarımıza ulaşmak için TRT’den ana dilde yayın yaparak insanlarımıza gerçekleri anlatacağız" demişti.
İlk bakışta meşru ve geçerli bir gerekçe gibi görünen bu ifade tam bir acziyetin göstergesidir aslında. "Özrü kabahatinden büyük" deyimine bu ifade kadar uyan bir yaklaşım bulunamaz. Düşünebiliyor musunuz; yüzyıllardır birlikte hamur olmuş, seksen yılı aşkındır Cumhuriyette birlikte yaşayan insanlarımıza Türkçe’yi öğretememişiz! Öte yandan; bilindiği üzere, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılmış olan Tevdid-i Tedrisat Kanunu ile ülkemizde öğretim birliği sağlanmış, tüm vatandaşlarımız merkezi idare tarafından hazırlanan müfredat ve metodlarla eğitime tabi tutulmuştur. Buna rağmen; ülkemizin diğer bir çok yerinde Türkçe’nin kullanılmasında sorun yaşanmazken, bir bölgemizde hala dilimizin öğretilememiş olmasının perde arkasında başka maksatlar aramak gerekmez mi?
Özellikle Birinci Dünya Savaşıyla başlayan ve günümüzde hızlanarak devam eden süreçte; emperyalist egemen güçlerin Güneydoğumuzu da içine alan bölgede yürüttükleri projenin, hedefleri ve yöntemleri bilinmektedir. Diğer yandan, bu projenin baş aktörlerinden olan bölücü terör örgütünün, son yirmi yıldır ortaya koyduğu talepler ve eylemleri de bu hedeflerle örtüşmektedir. Sözde demokratik ve kültürel haklar, ana dil öğretimi, ana dilde yayın ve eğitim istekleri sürekli vurgulanmakta; daha da kötüsü ise uluslar arası düzeyde de destek görmektedir.
Asıl tehlikeli olan durum ise çok uluslu güçlerin beşinci kol faaliyetleri ve ülkemiz idarecilerinin zafiyetleri neticesinde, söz konusu talepler ve girişimler artık sıradanlaşmış bir hüviyete kavuşmuş bulunmaktadır. Bundan beş on yıl öncesine kadar sokaktaki vatandaşın dahi refleks tepkiler göstereceği gelişmeler ve istekler artık; bilinçli, eğitimli ve hatta devletin güvenliğinden ve birliğinden sorumlu kimseler tarafından bile dillendirilebilmektedir. Özellikle 59. Cumhuriyet Hükümetini oluşturan AKP’nin üst düzey yöneticilerinin ülkemizin bir takım meselelerini ifade ederken kullandıkları kavramlar da bölücü unsurların taleplerinin sıradanlaşmalarına zemin hazırlamıştır. "Kürt sorunu, ana dilde yayın, demokratik cumhuriyet, kültürel haklar, etnik kimlikler vs." kavramları Türk kamuoyunu yıllardır aşina olduğu söylemlerdir. Ancak garip olan, bu kavramların yıllar boyu, başta terör örgütü olmak üzere hep bölücü çevreler tarafından dile getiriliyor olmasıydı. Ama çok şaşırarak şahit oluyoruz ki; artık, bizzat hükümet yetkililerimiz tarafından bu anlayışlar benimsenmiş ve sık sık dile getirilir olmuştur. İşte bu bilinçsiz politik anlayış ve sözde AB üyelik süreci uğruna verilen tavizlerle; devletimizi kuran ruh örselenmekte, milli kimlik laçkalaştırılmaya çalışılmakta, sözde etnik dillere cüretkar müsamaha gösterilerek Türkçemiz katledilmekte, milli birliğimizin ve üniter yapımızın harcı olan temel değerlerimiz zayıflatılmaktadır.
Cehalet, gaflet ve dalalet aldı başını gidiyor…
Fakat, bu kez yanlış hesap Bağdat’a bile varamadan dönecektir. Kimsenin şüphesi olmasın.
Ve hasretle umuyoruz;
Gün gelecek bu ülkenin yöneticileri gururla haykıracak:
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde, büyük bedeller ödenerek, üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu ve bin yıl önce atalarımızın aziz kanlarıyla sulanarak vatan yapılan bu topraklar, TÜRK YURDU’dur. Ve ilelebet öyle kalacaktır.
Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Ve…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes Türkçe’yi iyi derecede bilmelidir.